2 Mart 2014

Namaz kılmak ödev değil bir imtiyazdır..



"İbadetlerimi yarım-yamalak, ağır-aksak yapan birisiyim. İmanım tam, onları yapmamın gerekliliğine de can u gönülden inanıyorum ama neden yarım-yamalak, neden ağır-aksak?"

'Can u gönülden inanç' diyor ya okurumuz ben de can u gönülden bir gerçeğin kelime ve cümlelere bürünmüş şekli ya da can u gönülden itiraf ediyorum. Gerçek çünkü sadece okurumuzu değil fıtrî olması itibarıyla insan olan hemen herkesi alakadar eden bir husus bu. Şeytanın ilkaa/meyince, his mantığa mağlup olunca, baki şeyler fani şeyler karşısında dünya minderinde sırtı yere gelince, gençlik hissiyatı, ebedi yaşam arzusu insanı sarıp sarmalayınca; daha farklı sonuç çıkmaz ki.

İtiraf ediyorum; çünkü bunu her babayiğit dile getiremiyor. Belki yine şeytanın tasallutu, iradenin hakkının verilememesi ile bu gerçek bir kenara itiliyor, üstü kapatılıyor, suç gizlenmeye çalışılıyor. Halbuki ne gerek var; bu türlü bir saygısızlığa.

Saygısızlık dedim; zira insanın başta kendisi, sonra çevresi ve nihayet Allah karşısında dürüst olmaması, hakikatin ta kendisi ve içinin sesini bir türlü seslendirememesi kelimenin en hafifi ile hem kendisine hem çevresine hem de Allah'a karşı saygısızlıktır.

Neyse bu faslı geçelim ve namaza dönelim; yazının başında namaz kılmak bir ödev değil imtiyazdır dedim. Bu tespit bana ait değil; bunu bir röportajında yıllar önce eski Diyanet İşleri Başkanı'mız Ali Bardakoğlu söylemişti. Ardından da ilave etmişti: "Çünkü namaz Allah'ın huzuruna kabul edilmektir."

Burada bir dakika duralım ve düşünelim bu tespit üzerinde; doğru değil mi? Beşeri münasebetlerde de böyle değil midir? Randevu istenilen makam randevuyu vermezse, görüşme imkânı var mıdır o şahısla? O huzura sizi kabul etmezse illa o zatla görüşeceğim, konuşacağım demen ne mana ifade eder? Kaldı ki şu an bahse medar olan ne bir kaymakam, ne bir vali ne de daha yüksek rütbe ve makamlara sahip bir fani şahıs; aksine kâinatın yaratıcısı Allah (cc).

Buradan hareketle ağır aksak da olsa namaz kılan bir insan öncelikle huzura kabul edildiği için, o imtiyaz kendisine tanındığı için şükretmelidir. Zira istedikleri halde o ölçüde olsun alnını secdede seccade ile buluşturamayan insanlar var. Daha ötesi inandım dediği halde ne namaz, ne oruç ibadetin hiçbir formu gündeminde yer etmeyen müminler var.

Şükür, nimetlerin ziyadesi için İlahi bir kaidedir. "Şükrederseniz nimetlerimi artırırım, nankörlük yaparsanız benim azabım çok elimdir." buyuruyor Allah. Madem namaz kılıyor olmak bir nimettir, o nimetin devamı için şükrü daimi kılmak gerektir.

Çünkü her nimetin şükrü kendi cinsinden olur. Namaz kılma imtiyazına ulaşmış olma nimetinin şükrü de namaza devamdır. Hem de kemmiyet ve keyfiyet itibarıyla ona seviye kazandırarak. Dün kıldığı ikiye bugün iki daha ilave etmek; dün dünyevi meşgalelerle alude bir zihinle kıldığı namazı bugün dünyayı bir kenara itip sadece O'nun rızasını mülahaza ederek kılmak, kemmiyet ve keyfiyete verilebilecek basit iki örnektir.

Pekâla namaz ödev değil midir? Tabii ki ödevdir, tabii ki vazife vecibedir. Namazın bir mükellefiyet olarak bize sunulması, ayetlerle emredilmesi, Efendimiz'in tatbikatı ile 'nasıl'ının bizlere anlatılması bunu gösteriyor. Ama Bardakoğlu hocamızın baktığı perspektif namazın imtiyaz yönünün ödev, vecibe ve vazife boyutunu bastırdığını ifade ediyor ki okuduğunuz satırların tamamı buna vurgu yapıyor.

Son olarak "O'nun huzurunda O'nunla iletişim kurmak az bulunur bir fırsattır." diye bağlıyor sözlerini hocamız. Doğru. Kul olarak bize düşen de bu 'az bulunur fırsatı' hem dünyamız hem de ukbamız adına değerlendirmek değil midir?

AHMET KURUCAN