" Sakın çok sıcak deyip soğuğun rabbini incitme.. "
"RABBİM BANA YAKIN OLSUN; ERİŞMEZ BU GÖNLE KEDER.. CÜMLE ÂLEM DÜŞMAN OLSUN TEK RABBİM "KULUM" DESİN YETER.."
19 Mayıs 2012
16 Mayıs 2012
Gel Dost'a gidelim gönül.. Gel Mekkeye- Medineye Kutlu diyara gidelim..
Bu cici kadar mutluyum şükürler olsun Rabbime..
Şurada bahsettiğim iki güzel gelişmeden biri tayin meselemiz belli oldu Elhamdülillah..
Şükürler olsun ki; Rabbim sebebleri bir araya getirdi ve bizi sevindirdi yine..
Ve asıl ikinci gelişme ise; bize bakan yönüyle sevdiceğim, minnik misafirimiz ve en sevdiğimiz canlar ile Dost'a gitmeye niyet etmiştik..
Eğer Rabbim de kendisine bakan yönüyle ihsan da bulunup nasip ederse hafta Umreye gideceğiz inşAllah..
İnşAllah..
İnşAllah..
İnşAllah nasip olur..
Gitmek.. Kabul olunmak.. Hissetmek..
Sözler diziliyor kalpte ama dilden bir türlü dökülmüyor..
Utançtan..
Heyecandan..
Korkudan..
Şüphesiz ki biz bu nimet ve ikramlara başta nefsim için layık olmasak da Rabbimiz ne yücesin ki fazlından, kereminden verdiğin ikramlarla sadece hayali ile bile bu kadar mutlu ediyorsun..
Rabbim aslıyla da yüz yüze, yürek yüreğe olmayı nasip et lütfen..
10 Mayıs 2012
7 Mayıs 2012
Kimseye bir şey söyleyemem,işin kötü tarafı..
Hayat devam ediyor diyecekler..
Aldırma diyecekler,geçer deyip geçiştirecekler..
Hayatın devam ettiğini sürekli hatırlatıp durmaları ne ilginç insanların..
Sanki kendilerini de inandırmaya çalışıyorlar..
Her acı çekene hayatın devam ettiğini hatırlatmalarından nefret ediyorum..
Tarık Tufan
3 Mayıs 2012
Dilin zehiri yalan..
Yalanın kendisi de gölgesi de her yana öyle bir yansıyor ki kalpler de
diller de artık onsuz olmuyor! Ruha musallat olan bu davranış, bizi
yalan abidesine dönüştürme yolunda hızla ilerliyor. Lakin Sıdk
Sarayı'nın Sultanı, bu illeti münafıklık alameti olarak nitelendiriyor.
Yalan
söylemenin kötü bir davranış olduğunu masal kahramanlarından Pinokyo
aşılamıştır bize. Bu tahta çocuk, doğru sözden ne zaman ayrılsa burnu
uzar da uzar, yalancılık başına iş açar. Masalı dinleyen her minik,
küçücük bilinçaltına 'yalan kötüdür' postitini asar. Fakat gün gelir,
minik zihinler de yalanı öğrenir. Hatta doğruluğun terk edildiği ilk
anda burun kontrol edilir. Bakılır ki somut bir değişiklik yok, yalana
devam edilir. Herkesin yalan söyleme konusunda gayet rahat olduğu bu
çağda Pinokyo misali burunlar uzasa hiç fena olmaz! Gerçi bu virüsün
hayatımızı işgal ettiğini anlamak için birkaç dakika etrafımızı
seyretmemiz yeterli. Örneğin otobüste yanınızda oturan beyefendinin
telefonu çalıyor. Açtığında kendisine nerede olduğunu soran kişiye,
bulunduğunuz yeri değil de beş durak sonrasını söylüyor ve iki dakikaya
orada olacağını ifade ediyor. Ya da evdeyken arkadaşınız arıyor, anneniz
telefonu size vermek üzereyken 'yok de, yok de' diye işaret
ediyorsunuz. Ödevini yapmayan öğrenci öğretmene, işe geç kalan eleman
patronuna, aile çocuğuna, çocuk arkadaşına derken liste uzayıp gidiyor,
en basit konularda bile yalana başvuruluyor. Kısacası lisanı nezih
tutmak artık maharet istiyor. Atalarımızın dediği gibi artık yalancının
mumu yatsıya kadar değil daha uzun süre yanıyor veya yalancının evi
yanınca herkes inanıyor! Çünkü bu konuda Oscar'a aday tavırlar
sergileniyor!
Bir ortamda yalan veya yalancılık üzerine de bahis açılmayagörsün. Hemen yalanın affedilmez bir suç olduğunu dile getirir, bize söylenmesine tahammül edemeyeceğimizin altını çizeriz. Peki günlük hayatta sarf ettiğimiz yalanlar için tövbe kurnalarına koşup, kizb kapısından süzülen ve ruhumuza işleyen yalan kokusunu atmak için çabalıyor muyuz? Şahsında fevkalade bir sıdk bulunan Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlerini ya da Allah'ın "Yalan sözden sakınınız!" (Hac, 22/30) kelamını gözden kaçırıyor muyuz ki pervasızca doğruluktan ayrılıyoruz?
Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Yrd. Doç. Dr. Hasan Yenibaş da yalanın hayatımızı istila ettiği görüşünde. O, bu konuda dinin anlayışıyla toplumun algısının birbirinden farklılaştığını düşünüyor. Doğrulukla yalanı aynı rafta satılan iki ürüne benzetiyor. Fakat yalan, diğerinden çok satıyor. Yenibaş'a göre, doğruluğun zirvede olduğu Asr-ı Saadet döneminde aldatmanın en küçüğüne bile prim verilmezken bugün hayatın her alanı bu virüsler tarafından kuşatılmış durumda. Hatta dinin yalan dediğine toplum öyle demiyor. Örneğin birilerini güldürmek için şaka maksatlı sözler sarf ediyoruz ve bunun yalan olmadığını iddia ediyoruz. Lakin Efendimiz "Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söylerler! Yazık ona, yazık ona." diyor. Zira Allah Resulü ashabıyla şakalaşıyor ancak O (sallalahu aleyhi ve sellem), latifelerini latif bir biçimde yapıyor ve sadece doğruyu söylüyor.
Bir şeyi ifade ederken olduğundan fazla ya da az göstermek için onu abartarak anlatma anlamına gelen mübalağa da hayatımıza nufüz ediyor. Olanı olduğundan farklı gösterme illeti, dilimizi hükmü altına almış durumda. Her gün gazete ve televizyonlarda gördüğümüz haberler de buna örnek teşkil ediyor. Yapılan bir mitinge yüz kişi katılmışsa 'Binlerce insan geldi, alan doldu taştı' gibi beyanlarla bire bin katılıyor. Mübalağa için illa ekrana bakmaya lüzum yok tabii. En basit konuları bile çok rahat abartıyoruz. Ancak Fethullah Gülen Hocaefendi mübalağanın zımnî yalan olduğunu söylüyor. Bediüzzaman Said Nursî de "Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübâlağası zemm-i zımnîdir." şeklinde ifade ediyor.
Bir kusur, kabahat ya da suç için geçerli sebepler ileri sürmeyi ve onun hoş görülmesi amacıyla bahaneler sayıp dökmeyi ifade eden 'mazeret' de insanı yalana sürüklüyor. Bazı kimseler, hatalarını kabul etmeye bir türlü yanaşmayıp başkalarını suçluyor ya da olmadık bahaneler sıralayarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Hocaefendi mazeret döktürmenin de zımnî bir yalan olduğunu belirtiyor ve "Bir suç işlemek veya bir günaha girmek kötüdür, çirkindir; fakat o suça veya günaha mazeret bulma istikametinde beyanda bulunmak daha kötü ve daha çirkindir. Hatanın hoş görülmesi ya da suçun affedilmesi için 'şöyle olmuştu, böyle vuku bulmuştu' diyerek mazeretler ileri sürmek ve o türlü bahanelerin arkasına sığınarak kendini temize çıkarma kastıyla sözü eğip bükmek vebali, daha da katlamak demektir. Çünkü böyle bir davranış, nefsi tezkiye etmenin, kendi kusurlarını hiç görmemenin, ahirette her şeyin hakikatinin ayan beyan ortaya çıkacağını düşünmemenin ve dolayısıyla bağışlanma arayışında olmamanın ifadesidir." diyor.
Bir ortamda yalan veya yalancılık üzerine de bahis açılmayagörsün. Hemen yalanın affedilmez bir suç olduğunu dile getirir, bize söylenmesine tahammül edemeyeceğimizin altını çizeriz. Peki günlük hayatta sarf ettiğimiz yalanlar için tövbe kurnalarına koşup, kizb kapısından süzülen ve ruhumuza işleyen yalan kokusunu atmak için çabalıyor muyuz? Şahsında fevkalade bir sıdk bulunan Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlerini ya da Allah'ın "Yalan sözden sakınınız!" (Hac, 22/30) kelamını gözden kaçırıyor muyuz ki pervasızca doğruluktan ayrılıyoruz?
Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Yrd. Doç. Dr. Hasan Yenibaş da yalanın hayatımızı istila ettiği görüşünde. O, bu konuda dinin anlayışıyla toplumun algısının birbirinden farklılaştığını düşünüyor. Doğrulukla yalanı aynı rafta satılan iki ürüne benzetiyor. Fakat yalan, diğerinden çok satıyor. Yenibaş'a göre, doğruluğun zirvede olduğu Asr-ı Saadet döneminde aldatmanın en küçüğüne bile prim verilmezken bugün hayatın her alanı bu virüsler tarafından kuşatılmış durumda. Hatta dinin yalan dediğine toplum öyle demiyor. Örneğin birilerini güldürmek için şaka maksatlı sözler sarf ediyoruz ve bunun yalan olmadığını iddia ediyoruz. Lakin Efendimiz "Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söylerler! Yazık ona, yazık ona." diyor. Zira Allah Resulü ashabıyla şakalaşıyor ancak O (sallalahu aleyhi ve sellem), latifelerini latif bir biçimde yapıyor ve sadece doğruyu söylüyor.
Bir şeyi ifade ederken olduğundan fazla ya da az göstermek için onu abartarak anlatma anlamına gelen mübalağa da hayatımıza nufüz ediyor. Olanı olduğundan farklı gösterme illeti, dilimizi hükmü altına almış durumda. Her gün gazete ve televizyonlarda gördüğümüz haberler de buna örnek teşkil ediyor. Yapılan bir mitinge yüz kişi katılmışsa 'Binlerce insan geldi, alan doldu taştı' gibi beyanlarla bire bin katılıyor. Mübalağa için illa ekrana bakmaya lüzum yok tabii. En basit konuları bile çok rahat abartıyoruz. Ancak Fethullah Gülen Hocaefendi mübalağanın zımnî yalan olduğunu söylüyor. Bediüzzaman Said Nursî de "Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübâlağası zemm-i zımnîdir." şeklinde ifade ediyor.
Bir kusur, kabahat ya da suç için geçerli sebepler ileri sürmeyi ve onun hoş görülmesi amacıyla bahaneler sayıp dökmeyi ifade eden 'mazeret' de insanı yalana sürüklüyor. Bazı kimseler, hatalarını kabul etmeye bir türlü yanaşmayıp başkalarını suçluyor ya da olmadık bahaneler sıralayarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Hocaefendi mazeret döktürmenin de zımnî bir yalan olduğunu belirtiyor ve "Bir suç işlemek veya bir günaha girmek kötüdür, çirkindir; fakat o suça veya günaha mazeret bulma istikametinde beyanda bulunmak daha kötü ve daha çirkindir. Hatanın hoş görülmesi ya da suçun affedilmesi için 'şöyle olmuştu, böyle vuku bulmuştu' diyerek mazeretler ileri sürmek ve o türlü bahanelerin arkasına sığınarak kendini temize çıkarma kastıyla sözü eğip bükmek vebali, daha da katlamak demektir. Çünkü böyle bir davranış, nefsi tezkiye etmenin, kendi kusurlarını hiç görmemenin, ahirette her şeyin hakikatinin ayan beyan ortaya çıkacağını düşünmemenin ve dolayısıyla bağışlanma arayışında olmamanın ifadesidir." diyor.
Hocaefendi,
muğlâk bir ifade kullanarak muhatabın bir meseleyi olduğundan farklı
anlamasını sağlama ve açık olmayan bir beyanla asıl maksadı gizleme
manalarına gelen tarîze de açıklık getiriyor. selef-i salihînin, bunu da
zımnî yalan kategorisinde ele aldığına değiniyor.
İlahiyatçı Yenibaş da yalancılığın münafıklık alameti olduğunu hatırlatıyor. Nitekim hadiste konuştuğu zaman yalan söyleyen, emanete hıyanet eden, verdiği sözde durmayan kişilerin münafıklık alameti taşıdığına işaret ediliyor. Allah da Bakara Sûresi'nin 10. ayetinde "Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır." buyuruyor.
Ayrıca yalan, kişiye duyulan emniyet ve sadakat hislerini ortadan kaldırıyor. Çünkü hayatında birkaç defa yalan söylemiş biri, daha sonra kendisinden sudur edecek bütün doğruluklara gölge düşürmüş oluyor. "Söylediğim yalan küçük." diyerek onu meşrulaştırma yolu tercih ediliyor. Ancak bu masumiyet zırhı, yalanın hükmünü değiştirmiyor. Allah, değişik türevleriyle Kur'an'da üç yüzden fazla âyette kizbe yer vererek yalan sözden sakınmayı emrediyor. Bu dil belası, insanın manevî latifelerini de öldürüyor. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir sözünde bunun kalbi karartacağına işaret ediyor, bir başka sözünde "Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık yoldan çıkmaya (fucûr) sürükler. Fucûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır." buyuruyor.
YALANIN CAİZ OLDUĞU YER VAR MI?
Yalan toplumu temelinden sarsan, zihne ve kalbe kir pompalayan bir illet olarak karşımıza çıkıyor. Dinimizde yalan söylemek kesin olarak haram kılınmış ancak maslahata binaen bazı durumlarda buna cevaz verilip verilmediği tartışılıyor. Müslim'de İbn Şihab ez-Zuhrî'nin kendi ifadesine göre dargınları barıştırmak, eşlerin arasını bulmak ve savaşta düşmanı şaşırtmak maksadıyla yalana izin veriliyor.
Bu konuda âlimler arasında farklı görüşler beyan edilse de hadis ulemâsının ekserisi, yalanın mutlak sûrette yasaklandığı görüşünde birleşiyor. Ancak izin verilen üç yer için tevriye ve ihâm yolunun geçerli olduğu ifade ediliyor. Birkaç manası olan bir kelimenin en uzak anlamının kastedilerek söylenmesi tevriye, iki manası olan bir kelimenin yine uzak anlamının kastedilmesine ihâm deniyor. Örneğin savaş esnasında düşmana "Kralınız öldü." denilirken düşmanın daha önceki krallarından birinin öldüğü kastediliyor. Yani ihâma başvuruluyor.
Said Nursî de zamanın bu hükümleri neshettiğini beyan ediyor. O, İşaratü'l-İcaz'da "Evet, kat'î ve zarurî bir maslahat için bir mesağ-ı şer'î (izin) vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usûl-i şeriatta takarrür ettiği (karar kıldığı) vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı bir had altına alınmadığından suistimale uğrar. Maahaza, bir şeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-i muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur." diyerek bu zamanda yalanın cevaz verildiği noktaları men ederek, hadis ulemasının görüşünü destekliyor.
Hocaefendi de "Ne kadar doğru varsa hepsini bir anda söyleme gibi bir mükellefiyetimiz yok; fakat, illa konuşacaksak, doğru sözlü olmadan başka yolumuz da yok." diyor.
YALAN ALIŞKANLIĞA DÖNÜŞÜR
İşine geç kalan memurun söylediği bahaneden tutun da ödevini yapmayan öğrencinin uydurduğu yalana varıncaya dek gün boyu sayısız aldatmacayla karşılaşıyoruz ya da kendimiz yalana sığınıyoruz. Ancak bu davranış, ikiyüzlülük, değersizlik, hayasızlık, sürekli kaygı gibi hislerle kol kola girerek bireyin psikolojisini de etkiliyor, kişiliğini zedeliyor. Psikolog Müge Kiremitçi'ye göre kişinin sosyal hayata uyum sağlayabilmesi için kendi iç dünyası ile dış gerçeklik arasında uyum olması gerekiyor. Eğer birey bu dengeyi yakalarsa karşısındaki insanlarla sağlıklı iletişim kuruyor. Aksi takdirde kişilik sorunları ve yalan söyleme davranışı karşımıza çıkıyor. Bu tutumunu sürdürenler bir süre sonra yalanlarla örülü bir hayat yaşamaya başlıyor. Kişi bazen gerçeklik duygusunu yitiriyor, bazen de –mış gibi yaşamaya başlıyor. Örneğin magazin programlarını seyredenler, sosyetik mekânların isimlerini ezberleyerek oraya gidiyormuş gibi anlatıyor ya da söylediği sözün yalan olduğunu unutarak onun sahte gerçekliğine kapılıyor. Kiremitçi, yalanın zamanla kişiliğin bir parçası olduğunu, karakteri zayıflattığını söylüyor ve mitomaniye (yalan söyleme hastalığı) değiniyor. Bu hastalığın temelinde kişinin odak noktası haline gelme isteği yatıyor. Ön plana çıkmak için söylenen yalanlar başlangıçta işe yarasa da, sonraları hasta kendi oyununa kendini kaptırarak yalanın dozunu artırıyor. Mitomani başka ruhsal hastalıklar ya da kişilik bozuklukları ile beraber olduğu için ilk bakışta fark edilmiyor. h.kose@zaman.com.tr
Erken çocukluk döneminde aşırı ödüllendirilen çocuklar da yalana başvurur. Arkadaş, öğretmen vb. kişilerden de aynı ödüllendirmeyi bekleyen minik, bunu elde etmek için yalan söyleme tutumu içine girer. Hiçbir davranışı ödüllendirilmezse de buna gereksinim duyabilir. Psikolog Müge Kiremitçi, ailelere şu tavsiyelerde bulunuyor: "Çocuğa yeterli ilgi ve sevgi gösterin. Onları başarılarıyla takdir edin ve onaylanma ihtiyacını karşılayın. Aşırı otoriter ve baskıcı bir tutumla yaklaşmayın. Çocuklarınızı, kardeşi ve çevresindeki diğer insanlar ile kıyaslamayın. Potansiyelinin üstünde beklentiye girmeyin. Onun yalan söylediğini hissettiğiniz durumlarda çocuğunuzu hangi durumlarda yalana başvurduğunu anlamaya çalışın."
Yalanla savaşmak mümkün!
Hocaefendi 'Yalan öldürücü bir virüstür' yazısında yalan insanı olmamak için "Doğruluk en büyük sermayeniz olmalıdır. Bir yalan insanı haline gelmeden, temrinat yapa yapa doğru söylemeye kendinizi şartlandırmalı ve asla hilaf-ı vaki beyanda bulunmamalısınız. Söylediğiniz her cümlenin gerçekten gönlünüzün sesi olup olmadığına özen göstermeli ve mutlaka kesin bildiğiniz şeyleri tam doğru olduğuna inandığınız şekilde söylemelisiniz. Günlük konuşmalarınızdaki sıradan gördüğünüz cümlelerinizde bile hep doğruluk aramalı ve yalanın öldürücü bir virüs olarak kalbinize musallat olmasına asla meydan vermemelisiniz." önerisinde bulunuyor.
İlahiyatçı Yenibaş da yalancılığın münafıklık alameti olduğunu hatırlatıyor. Nitekim hadiste konuştuğu zaman yalan söyleyen, emanete hıyanet eden, verdiği sözde durmayan kişilerin münafıklık alameti taşıdığına işaret ediliyor. Allah da Bakara Sûresi'nin 10. ayetinde "Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır." buyuruyor.
Ayrıca yalan, kişiye duyulan emniyet ve sadakat hislerini ortadan kaldırıyor. Çünkü hayatında birkaç defa yalan söylemiş biri, daha sonra kendisinden sudur edecek bütün doğruluklara gölge düşürmüş oluyor. "Söylediğim yalan küçük." diyerek onu meşrulaştırma yolu tercih ediliyor. Ancak bu masumiyet zırhı, yalanın hükmünü değiştirmiyor. Allah, değişik türevleriyle Kur'an'da üç yüzden fazla âyette kizbe yer vererek yalan sözden sakınmayı emrediyor. Bu dil belası, insanın manevî latifelerini de öldürüyor. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir sözünde bunun kalbi karartacağına işaret ediyor, bir başka sözünde "Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık yoldan çıkmaya (fucûr) sürükler. Fucûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır." buyuruyor.
YALANIN CAİZ OLDUĞU YER VAR MI?
Yalan toplumu temelinden sarsan, zihne ve kalbe kir pompalayan bir illet olarak karşımıza çıkıyor. Dinimizde yalan söylemek kesin olarak haram kılınmış ancak maslahata binaen bazı durumlarda buna cevaz verilip verilmediği tartışılıyor. Müslim'de İbn Şihab ez-Zuhrî'nin kendi ifadesine göre dargınları barıştırmak, eşlerin arasını bulmak ve savaşta düşmanı şaşırtmak maksadıyla yalana izin veriliyor.
Bu konuda âlimler arasında farklı görüşler beyan edilse de hadis ulemâsının ekserisi, yalanın mutlak sûrette yasaklandığı görüşünde birleşiyor. Ancak izin verilen üç yer için tevriye ve ihâm yolunun geçerli olduğu ifade ediliyor. Birkaç manası olan bir kelimenin en uzak anlamının kastedilerek söylenmesi tevriye, iki manası olan bir kelimenin yine uzak anlamının kastedilmesine ihâm deniyor. Örneğin savaş esnasında düşmana "Kralınız öldü." denilirken düşmanın daha önceki krallarından birinin öldüğü kastediliyor. Yani ihâma başvuruluyor.
Said Nursî de zamanın bu hükümleri neshettiğini beyan ediyor. O, İşaratü'l-İcaz'da "Evet, kat'î ve zarurî bir maslahat için bir mesağ-ı şer'î (izin) vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usûl-i şeriatta takarrür ettiği (karar kıldığı) vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı bir had altına alınmadığından suistimale uğrar. Maahaza, bir şeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-i muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur." diyerek bu zamanda yalanın cevaz verildiği noktaları men ederek, hadis ulemasının görüşünü destekliyor.
Hocaefendi de "Ne kadar doğru varsa hepsini bir anda söyleme gibi bir mükellefiyetimiz yok; fakat, illa konuşacaksak, doğru sözlü olmadan başka yolumuz da yok." diyor.
YALAN ALIŞKANLIĞA DÖNÜŞÜR
İşine geç kalan memurun söylediği bahaneden tutun da ödevini yapmayan öğrencinin uydurduğu yalana varıncaya dek gün boyu sayısız aldatmacayla karşılaşıyoruz ya da kendimiz yalana sığınıyoruz. Ancak bu davranış, ikiyüzlülük, değersizlik, hayasızlık, sürekli kaygı gibi hislerle kol kola girerek bireyin psikolojisini de etkiliyor, kişiliğini zedeliyor. Psikolog Müge Kiremitçi'ye göre kişinin sosyal hayata uyum sağlayabilmesi için kendi iç dünyası ile dış gerçeklik arasında uyum olması gerekiyor. Eğer birey bu dengeyi yakalarsa karşısındaki insanlarla sağlıklı iletişim kuruyor. Aksi takdirde kişilik sorunları ve yalan söyleme davranışı karşımıza çıkıyor. Bu tutumunu sürdürenler bir süre sonra yalanlarla örülü bir hayat yaşamaya başlıyor. Kişi bazen gerçeklik duygusunu yitiriyor, bazen de –mış gibi yaşamaya başlıyor. Örneğin magazin programlarını seyredenler, sosyetik mekânların isimlerini ezberleyerek oraya gidiyormuş gibi anlatıyor ya da söylediği sözün yalan olduğunu unutarak onun sahte gerçekliğine kapılıyor. Kiremitçi, yalanın zamanla kişiliğin bir parçası olduğunu, karakteri zayıflattığını söylüyor ve mitomaniye (yalan söyleme hastalığı) değiniyor. Bu hastalığın temelinde kişinin odak noktası haline gelme isteği yatıyor. Ön plana çıkmak için söylenen yalanlar başlangıçta işe yarasa da, sonraları hasta kendi oyununa kendini kaptırarak yalanın dozunu artırıyor. Mitomani başka ruhsal hastalıklar ya da kişilik bozuklukları ile beraber olduğu için ilk bakışta fark edilmiyor. h.kose@zaman.com.tr
Çocukluk döneminde yalan
Bulunduğu ortamda yalan söylemenin normalliğine inanan çocuk, büyüdüğünde bu yola rahatlıkla başvurabilir. Rol model aldığı annesi, babası ya da diğer büyükleri yalan söylüyorsa o, bu durumu içselleştirir. Yalan söyleme minikler için kabul edilebilir hâle gelir ve bunu yaparken suçluluk duygusu hissetmez. Çocuk, ailesinden sevgi, ilgi göstermemesi durumunda çevresindekilerin ilgisini çekmek için her zaman doğru konuşmayabilir. Örneğin; başı ağrımadığı halde "Başım ağrıyor." diyebilir. Ebeveynleri tarafından değersizleştirilmemek ve cezalandırılmamak için yapmadığı davranışları yapmış gibi ya da yaptığı davranışları yapmamış gibi ailesine aktarabilir. Mesela onların istemediği yere gider ve "Nereye gittin?" sorusuna ailesinin onaylayacağı yeri söyler.Erken çocukluk döneminde aşırı ödüllendirilen çocuklar da yalana başvurur. Arkadaş, öğretmen vb. kişilerden de aynı ödüllendirmeyi bekleyen minik, bunu elde etmek için yalan söyleme tutumu içine girer. Hiçbir davranışı ödüllendirilmezse de buna gereksinim duyabilir. Psikolog Müge Kiremitçi, ailelere şu tavsiyelerde bulunuyor: "Çocuğa yeterli ilgi ve sevgi gösterin. Onları başarılarıyla takdir edin ve onaylanma ihtiyacını karşılayın. Aşırı otoriter ve baskıcı bir tutumla yaklaşmayın. Çocuklarınızı, kardeşi ve çevresindeki diğer insanlar ile kıyaslamayın. Potansiyelinin üstünde beklentiye girmeyin. Onun yalan söylediğini hissettiğiniz durumlarda çocuğunuzu hangi durumlarda yalana başvurduğunu anlamaya çalışın."
Yalanla savaşmak mümkün!
Hocaefendi 'Yalan öldürücü bir virüstür' yazısında yalan insanı olmamak için "Doğruluk en büyük sermayeniz olmalıdır. Bir yalan insanı haline gelmeden, temrinat yapa yapa doğru söylemeye kendinizi şartlandırmalı ve asla hilaf-ı vaki beyanda bulunmamalısınız. Söylediğiniz her cümlenin gerçekten gönlünüzün sesi olup olmadığına özen göstermeli ve mutlaka kesin bildiğiniz şeyleri tam doğru olduğuna inandığınız şekilde söylemelisiniz. Günlük konuşmalarınızdaki sıradan gördüğünüz cümlelerinizde bile hep doğruluk aramalı ve yalanın öldürücü bir virüs olarak kalbinize musallat olmasına asla meydan vermemelisiniz." önerisinde bulunuyor.
HEMRA KÖSE
YENİ BAHAR
1 Mayıs 2012
Sıkıntılarımıza, dağ başındaki bu çoban kadar sabrediyor muyuz?
Soru sahibi kardeşimiz diyor
ki: Bazen sıkıntı ve musibetlere maruz kalıyor, birtakım rahatsızlıklarla
karşılaşıyoruz. Böyle üzüntülü devrelerde sabretmemiz gerekirken,
duygularımızı kontrol edemiyor, halimizden şikâyet eder hale de
gelebiliyoruz. Yaşlı ninemiz de, 'Allah razı olmaz halinden şikâyet
edenlerden' diye bizi ikaz ediyor, isterseniz gazetedeki hocanızdan sorun
diye de adres gösteriyor. Gerçekten de Rabb'imiz razı olmaz mı maruz kaldığı
musibetlerden şikâyet edenlerden? Bu konuda vereceğiniz bilgilerle bizi
aydınlatabilir misiniz? Nasıl bir duygu ve düşünce içinde olmalıyız sıkıntı
ve zorluklar karşısında?
***
Konuya maneviyat
büyüklerimizin bakışıyla baktığımızda tereddüt etmeden diyebiliriz ki:
- Hayatta eksik olmayan
üzüntülü ve sıkıntılı devrelerde duygu ve düşüncelerimizi kontrol etmeli,
Rabb'imizin hakkımızdaki takdirlerine gönülden razı olmalı, itiraz ve isyan
duygularına benzeyen şikâyetlere asla yönelmemeliyiz. Çünkü biz, Rabb'imizin
hakkımızdaki takdirlerine ne kadar razı olursak Rabb'imiz de bizden o kadar
razı olmaktadır. Öyle ise Rabb'imizin razı olacağı sabır ve şükür duyguları
içinde karşılamalıyız maruz kaldığımız sıkıntı ve musibetleri.
Gazali Hazretleri'nin
İhya'sında verdiği şu misal, bu konuda bizi düşündürmelidir: Rivayete göre
Hz. Musa aleyhisselam Tur'daki münacatında; "Rabb'im Sen kullarından ne
zaman razı olursun?" diye sormuş. Rabb'imiz de şöyle cevap vermiş: - Kullarım
benden ne zaman razı olurlarsa, ben de onlardan o zaman razı olurum!.
Demek ki Rabb'imizin takdir
buyurduğu sıkıntı ve zorlukları sabır ve şükür duyguları içinde rıza ile
karşılamalı, asla şikâyetçi duruma girmemeliyiz. Çünkü hayatta eksik olmayan
sıkıntı ve musibetler, bizim kulluk imtihanımızdır. İmtihanı kazanmak ise
sabırla, şükürle, rıza ile mümkün olur. Şikâyetle, itirazla değil.
Bu sebeple Hz. Ömer
Efendimiz der ki: - İster bollukta olsun isterse darlıkta Rabb'imin
hakkımdaki tüm takdirlerine gönülden razı olurum. Bolluk verince memnun olup
darlık verince şikâyete yönelmek gibi bir yanlıştan da yine Rabb'imin
korumasına sığınırım.
İslam büyüklerinden Fudayl
bin İyad da sabır ve rıza konusunu şöyle anlatır: - Kul, Allah'ın verdiği
nimetlerden nasıl razı oluyorsa, takdir ettiği musibetlerden de öyle razı
olmalı, şikâyete yönelmemelidir ki, hayat boyu eksik olmayan sıkıntılara
karşı sabır imtihanını kazanmış olsun.
Sıkıntılara sabır ve rıza
konusunda en ibretli misali Gazali Hazretleri, dağdaki çoban örneğiyle
vermektedir bizlere. Rivayete göre gece-gündüz ibadetle meşgul olan
büyüklerden bir zata, gece rüyasında cennetteki komşusu gösterilir. Bakar ki
dağda koyunlarını otlatan bir çoban cennetteki komşusu. Merak edip gündüz
çobanı görmeye gider. Cennette kendisine komşu yapan amelini öğrenmek ister.
Ancak çobanda farklı bir hal göremez de sorar:
- Üç gündür incelediğim
halde sende farklı bir özellik göremedim. Acaba bilmediğim gizli bir halin mi
var, der? Çoban şöyle cevap verir:
- Benim farklı bir amelim
yoktur. Ancak şöyle küçük bir halim var diyerek sıkıntı ve zorluklara karşı
gösterdiği sabır ve tahammül tavrını anlatır:
- Ben der, bolluk verdiğinde
Rabb'imden nasıl razı olursam, darlık verdiğinde de öyle razı olurum. Hatta
hastalık verse sıhhat istemem, fakirlik verse zenginlik talep etmem. Neyi
layık görüyorsa onu ben de uygun bulur gönülden razı olurum, asla şikâyete
yönelmem!.
Misafir zat dudaklarını
ısırarak bağırır: - Sen buna küçük amel mi diyorsun? der. Buna Rabb'imizden
gelen "kazaya rıza hali" derler. Böyle kazaya rıza duygusuna sahip
olan insanlardan Rabb'imiz o kadar razı olur ki, onu cennetine layık kul
olarak kabul eder. Şimdi anladım Rabb'im dağ başındaki bir çobanı neden
cennetliklere komşu olmaya layık gördüğünü!. Yani 'kazaya rıza' halini!.
- Ne dersiniz, bu örnekler
bizlere bir şeyler söylemiş oluyor mu? Biz de dağ başındaki bu çoban kadar
sabır ve rıza duygusuna sahip miyiz, bir düşünsek mi?
AHMET ŞAHİN |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)